Eskiden…
Çocukluğuma dönüyorum: Eve misafir gelir bizde çok sevinirdik. Eller öpülür, hoş sohbetler yapılırdı. Büyüklerimizin dizinde otururduk neredeyse. Büyüklere saygı anayasa gibiydi, o ayrı, ama biz de içimizden gelerek gösterirdik o saygıyı. Hoşgörü ve sevgi de vardı eskiden…
Şimdi ise misafir istemeyen, çat kapı gelen misafirin kapıdan bile yüzüne bakmayan, ona “hoş geldin” demeyen bir nesil türemiş vaziyette. “Büyüklere saygı, küçüklere sevgi” devri tarihin tozlu raflarında kaldı artık…
Komşuluk, yardımlaşma ve dayanışma, mahallelerin temel direğiydi geçmişte sanki. Şimdi ise “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” atasözü doğru ancak devir yanlış. Yine geçmişte bahçeli, müstakil evde oturmak fakirlik; apartman dairesinde oturmak lüks olmakla birlikte zenginliğin göstergesiydi. Bugün, zengin fakir fark etmeksizin tüm insanlar bahçeli, müstakil evlere taşınmanın hesaplarını yapıyor. Gel gör ki fiyatlar ateş pahası…
Eskiden “komşuda pişer, bize de düşer”di; evlerde pişen yemekler, karşılık beklenmeden komşulara da ikram edilirdi. Ya şimdi?
Aile ilişkilerinde sonsuz bir güven söz konusuydu. Aile fertlerinden hiçbiri, habersiz bir iş yapmazdı; herkesin birbirinden haberi olurdu. Günümüzde bu tarif ettiğim aile türünden az sayıda kaldı: artık anneye babaya saygısız, ne yaptığı, nerede ve kimlerle olduğu belli olmayan bir nesil var karşımızda. Çoğu anne baba da duyarsız ve ruhsuz...
Toplu taşıma araçlarında yer verirdik eskiden büyüklerimize ve bundan keyif alır, sevinirdik “bir büyüğümüze yer verdik” diye. Yerimizi, uyuyormuş rolü yapanlar ve anasının karnından devlet senfoni orkestrasının müziğiyle çıkmış gibi kulaklıklarla müzik dinleyenler aldı. Bunu da kanıksadık!
Bayram sabahı yeni kıyafetlerimizle uyanmak da çocukluğumuzun en keyifli anlarıydı.Sanki “23 Nisan neşe doluyor insan” ifadesinin tüm enerjisini üstümüzde taşırdık. Şimdi bayramlarda “Nereye kaçsak, nerede tatil yapsak?” modunun tavan yapmış modelini yaşıyoruz…
Eskiden her şey bir başkaydı: Postacıyla kapımıza gelen mektuplar, komşu çocuklarıyla oynanan seksekler, elimizi yüzümüzü batıra batıra yediğimiz pamuk şekerler… Saflık, temizlik ve dürüstlük hâkimdi hayata.
İstiklal Marşı’yla açılıp İstiklal Marşı’yla kapanan siyah beyaz TRT yayın kuşağının çocuğuyum ben. İstiklal Marşı bitinceye kadar televizyonu kapatamayan kuşaktanım...
Eskiden para yoktu, güven vardı; senet yoktu, saygı vardı; insanın insana verdiği değer vardı…
Her geçen gün yabancılaşıyor, her geçen gün daha da yozlaşıyoruz. İçinden 15-20 tane köy hanesi çıkarabilecek yüksek katlı binalar, karşı komşusunu tanımayan kişiler... Çıkarsız ve menfaatsiz dostluklar; yerini tahammülsüzlüğe bırakan ilişkiler... Sokaklarda pimi çekilmiş bomba misali patlamaya hazır insan modelleri; tehlikenin nereden geleceği belli olmayan yaşam biçimi…
Tamamen yabancılaştık artık. Hayata, dostluğa, arkadaşlığa, anneye, babaya ve insanlığa. Kimse kimseyi tanıyamaz oldu. Yabancılık ruhumuza işledi. Anne oğlunu, baba da kızını tanıyamıyor artık. Özümüzü yitirdik, benliğimizden ödün vermeye başladık. Saygısız, sevgisiz ve ukala bir toplum hüküm sürmeye başladı...
Eskiden başkaydı, eskiden farklıydı, eskiden hayat doluydu insanlar…
Okul yıllarımda kitap okumayı çok sevmezdim ama arkadaşlarımla kütüphanede vakit geçirmek hoşuma giderdi. Net bir idealimiz olmasa bile kariyer sahibi olmak, hepimizin içinde yatan arzuydu. Bizim zamanımızda ilkokul, ortaokul ve lise vardı. “4’lü, artılı” sistemler yoktu. Orta ikinci sınıfa giderken İngilizcem çok kötüydü. İngilizce öğretmenim, Füsun Yelmi, bana hep “Sen İngilizce öğretmeni olacaksın.” derdi. İngilizce öğretmeni olamadım ama hayat beni İngilizler gibi yaşamak zorunda bıraktı…
Sevgilerimle / Ali ERTURAN
Facebook Yorum
Yorum Yazın